Ailemle görüştükten sonra, valizi ve çantamı aldım.
Her şey için önce özür, sonra teşekkürlerimi sunup gitmek üzereyken, Selim komiser hiçbir şey söylemeden elimden valizimi aldı ve arabasına koyduktan sonra "Bin" der gibi başını salladı.
Şaşkın şaşkın, emniyete doğru yürüyen ve isminin Doğan olduğunu hatırladığım komisere baktım. Doğan komiser arkadaşını çok iyi biliyor olmalıydı ki benim aksime, normal bir şekilde bakıp kollarını yana doğru açarak, "Emir büyük yerden." dedi
Yaani! Evet biliyordum, karşımdaki bi başkomiserdi ama bana da değildi kii.
Ya da bana öyleydi.
Tekrar görüşürmüyüz bilemeden, "Öyle galiba." deyip baş selamıyla tekrar arabaya bindim.
Arada bir nereye gidiyoruz acaba diye hem yollara hem de komisere bakıyordum. Dünün aksine, komiser konuşmuyor sanki yıllar öncesine gitmiş ve oradan "beni kimse getirmesin" der gibi yolu izliyordu.
Yabancısı olduğum yolları geçtikçe yeni yollar tanıdık gelmeye başlamıştı. Evet anlamıştım, komiser beni, dün bir kaç saniye gösterdiğim yere, yurda götürüyordu.
Dudaklarımı büzerek, "wwaayy bee, boşuna başkomiser olmamış, aabii zekaya bak!" diyordum iç sesimle. Belki de dört yıl kalacağım yurdu benden iyi biliyor gibi gidiyordu.
Radyoda çalan müziğe kendini kaptırmış gibi durduğu için ben de sesimi çıkartmadan yolu izledim. Yurda geldiğimizde, komiserde bir tepki olmayınca bende konuşmadan bir süre bekledim...
Bir de şuan ne söyleyecektim bilmiyordum. Bir süre bende onun bakıp daldığı yere, yurdun kapısına baktım...
Akşama kadar böyle oturamayacağımız için ilk hamleyi ben yaptım ve arabadan indim... Benim bedenimi aşağı indirmemle Selim komiserde indi. Bu sefer de valizi alarak yurt kapısından içeri doğru ilerledi.
(Mecburen bende peşinden tâbi.)
Müdüre hanım'la konuşup giriş işlemlerini yaptık. Daha önce babamla gelip kayıt işlemlerini yaptırdığım için sadece yerleşme işlerim kalmıştı.
Okuluma gideceğim otobüsü, yolun kaç dakika sürdüğünü babamla deneme yaparak öğrenmiştim.
Babam, İstanbul'da bir haftada bütün olasılıkların neredeyse hepsini öğrenmiş ve bana da ezberletmişti. Bu durumda babama, "Yoldayım, trafik var" gibi bahaneler söyleyemezdim.
Merve'lere gitmeyi de ben düşünmüyordum.
İşlemlerin ardından hademe ile odaya doğru ilerledik. Selim komiser abimmiş gibi görevliyle konuşa konuşa önden gidiyor, ben de sanki ilkokula kaydolan bebeler gibi peşlerinden koştur koştur onları takip ediyordum.
Görevli, odaya erkeklerin girmesinin yasak olduğunu, öğrenci mahremiyetine saygı duymasını rica etti.
Koridorun başı, komiserin sınırı olmuştu. Daha fazla ilerleyemedi. Elini bana uzatıp, bebeklerin "gel gel" işaretine benzer bi şekilde, parmaklarını aç kapa yaparak, "Telefonunu ver." dedi.
"Ne diyor bu yaa?" der gibi şaşkın şaşkın bakarken, sesinin tonunu yükselterek, "Telefonunu ver dedim." diyerek tekrarladı.
Bu ses tonunu hiç beğenmediğim için hemen elimi çantama götürüp telefonu çıkartmak istedim. Telefonu elimle tutup çıkartırken ucunu gören Selim komiser, hızlı bir hareketle çantamdan telefonu çıkarttı.
(Acelecilik kanında vardı herhalde)
Ekranda mini bir göz aramasından sonra telefon bölümüne girip numarasını yazdı ve "Selim" diye kaydetti.
("Selim" asla tek yazmayacağım şekilde kaydetmişti, yanına ya "komiser" ya "abi" yazardım, yada "gıcıktan dönme" diye kaydederdim)
Ardından aramaya basıp bekledi ve kendi telefonu çaldığında da kapattı. Telefonumu bana geri uzatırken, "Eşyalarını yerleştir, dışarıda bekliyorum." deyip, valizi eliyle bir adım daha odaya doğru iterek, itiraza fırsat vermeden merdivenlerden aşağı indi.
Korkuluklardan seslenmeye çalışsam da tavır belliydi. Kapıda gelmemi bekleyecekti. Hintliler gibi ahenkli olmasa da, boynumu "Ne oluyor yaaa?!" der gibi salladım. Şaşkınlığımı atmaya çalışarak yürüdüm.
Görevliyle odaya geldik.
Kapıya vurdu.
İçeriden, sesi on altı, on yedi yaşını andıran bir kız sesi "Giriniz." diye müsade edince, "Oh be benimle yaşıt biri galiba?" diye sevinerek içeri girdim.
Görevli kapıyı açınca, sesin geldiği yöne bakarak içeri bir kaç adım attım. Biraz önce içeriden gelen o tiz sesin sahibi aslında benden büyük en az yirmi bir yirmi iki yaşında bir kızdı. Bana söz fırsatı vermeyen görevli atladı.
"Size arkadaş geldi, yerleşmesine yardım et tamam mı yavrum. Hadi göreyim sizi, iyi anlaşın, diğerlerine de söyle." dedi ve adeta son sözünü söyleyip, itiraz istemeyen anneler gibi odanın kapısını kapatıp gitti. Boynum bu sefer de görevli arkasından şaşırmıştı. Geriye seğirip yerine geri geldi.
İkimiz de arkasından baka kalmıştık. Tiz sesli kız, "Binnur teyze, buradakilere annelerini özletmemek için işe alınmış sanki." dedi ve güldü. Oturduğu sandalyeden kalktı ve elini uzatarak, "Ben Filiz, hoş geldin." dedi
Yaptığı espiriye tebessüm ederek elimi kaldırıp, nazikçe Filiz'in elini sıktım.
"Ben de Nurseli memnun oldum. Hoş bulduk."
Henüz yaşını bilmediğim Filiz, yatağımı ve dolabımı gösterdi ve yurt harici odanın da belirli kuralları olduğunu, onlara uyarsam problemsiz bir oda arkadaşlığı edeceğimizi söyledi. Odada üç kız kalacaktık. Diğer kız da Filiz gibiyse benim için sorun yoktu.
Filiz, biraz daha kuralları söyleyerek diğer arkadaşının dominant yapısına beni hazırlıyor gibiydi. O konuşurken ben de valizimi dolabımın önüne koydum. Yerleşecek pek bir şey yoktu aslında. Aklım, beni dışarıda bekleyeceğini söyleyen komiserdeydi, "Selim" deydi.
Filiz'e, dışarı çıkmam gerektiğini, eşyalarımı gelince yerleştirmeminin sorun olup olmayacağını sordum.
"Yatma saatine kalmayacaksa sorun değil." cevabı üzerine mutluluğumu ve geç kalmayacağımı belirten bir şekilde gülümsedim.
Kapıdan çıkarken geriye dönüp bu sefer de boynumu öne doğru seğirtip, baş selamı vererek yavaş adımlarla odadan sessizce çıktım.
Kapıyı usulca kapattıktan sonra, biraz önceki ağırbaşlı kız ben değilmişim gibi, koridorda koştum. Merdivenlerden birer ikişer hoplayarak dış kapıya geldim. Derin bir nefes alıp bina kapısını açınca yeniden o ağır başlı kıza büründüm.
Çıkışta "Selim!"in arabayı göremeyip
"Gitti mi acaba?" diye düşündüm.
"Belki de acil işi çıkmıştır." dedim kendi kendime sesli bir şekilde.
Bekçi, "Kızım!" diyerek bana seslendiğinde onun tarafına baktım, eliyle Selim'in arabayı ileriye park ettiğinin işaretini verdiğini gördüm.
Yine o narin adımlarımla yavaş yavaş demir kapıdan dışarı çıktım. Arabanın yanına geldiğimde Selim'in kağıtlarla uğraştığını gördüm.
Kendini o kadar kaptırmıştı ki, benim onu izlediğimi bile fark edemedi. Biraz izledikten sonra cama vurarak izin isteyip arabaya bindim.
Selim de, dosyayı kapatıp torpidoya koyduktan sonra bana dönüp, "Evet, İstanbul'da yapılacaklar listesi ikinci sırada ne var bakalım?" dedi
Boynum yine geriye seğirirken, "Anlamadım!" dedim, yüzümde şaşkın ve ne olduğunu anlamaya çalışır bir ifade ile
"Dün akşam yemekte, 'İstanbul'da yapılacaklar listemde birinci Sultanahmet' demiştin ya, şimdi ikinci durağı söyle de bir operasyon daha mahvetme ben seni götüreyim."
Birden somurttum, üzülmüştüm dee. "Çok şans getiren biri değilim biliyorum ama o kadar mı uğursuzum?" dedim ağlayacak çocuk gibi omuzumu da yukarıya seğirterek.
Selim, benim bu kadar hassas ve duygusal olabileceğimi düşünmemiş gibi sesi titreyerek. "Özür dilerimm. Şaka yaptım. Gerçekten seni üzmek istemedim. Lütfen özür dilerim." dedi
Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi üzgün ve ağlamaklıydı. Deli deliyi görünce değneğini saklarmış, ben de Selim'in benden daha üzgün olduğunu fark edip kendimi toplamaya çalıştım ve kemerimi takarken, "Kız kulesi." dedim.
Taksiciye gideceği yeri söyleyen yolcu gibi komutumu vermiş sonuç bekliyordum. Selim, benim ne yapmak istediğimi anlamış gibi kontağı çevirdi.
"İstikamet kız kulesi. Ya Allah bismillah." dedi, sanki operasyona çıkıyormuş gibi...
Bu çıkışıyla ortam yumuşamış ve ikimizin de yüzünde tebessüm oluşmuştu. Selim, artık daha dikkat etmeye, on düşünüp bir konuşmaya karar vermiş gibi davranıyordu.
Salacak sahile gelince arabadan indik. Buraları hep dizilerde görmüştüm, sanki televizyonda daha güzel görünüyor gibime gelmişti.
Doğaya da mı makyaj yapıyorlardı neee?
Biraz yürüdük, sanki sonbahar ortasında değil de kış ortasındaymıs gibi lodos vardı. Bu da benim şansımaydı tabi kii.
Selim, yüzümün yine asıldığını görüp beni teselli etmeye çalıştı.
"Bu mevsimde buralar hep böyle olur. Bir gün güneş bir gün lodos, ne zaman ne olacağı belli olmaz. Demişler yaa İstanbul'un havasıyla kızına güven olmaz diye. Öyle iştee."
Neyse ki İstanbul'un kızı değildim, o yüzden gülmek için hamle yapmıştım kii, uzun ve kesik kesik öksürüğüm de beraberinde geldi ve kahkaya yakın gülüşümü absorbe etti.
Bu öksürük, bir gün önce üşüttüğümün ilk işaretini vermişti. 'Hoşgeldin nane limon yatak döşek' diyordum içimden. Selim, hırkasını çıkarttı ve bana giydirdi. Birlikte biraz daha yürüdükten sonra kız kulesinin tam karşısında kalan bir banka oturduk.
Selim, sağa sola bakınınca ben de nereye bakıyor diye bakındım. Merakımı anladığı için, bakınmaya devam ederek cevabını verdi.
"Buralarda elinde çay, kahve satan çok oluyor. Bir şeyler içelim de içimiz ısınsın."
Ben daha, "zahmet etme" demeden on altı on yedi yaşlarında bir delikanlı gördü ve bize doğru yaklaşması için işaret etti.
İki bardak çay alıp birini banka, yanıma bıraktı. Diğeri elinde, dizlerimin yanına çömelerek, "kaç şeker" diye sorup bana uzattı.
İlk defa bir erkek önümde diz çöküyordu. Şeker teklifi de olsa çömelme çömelmeydi. Tadını çıkartmalıyım diye düşünsem de, git gide halsizleşen bedenim buna bile izin vermemişti.
Havanın kötü olmasından dolayı moralim de bozulmuştu. Bir de bu hastalık başlayınca hâletirûhiyyem yüzüme yansıyordu.
Selim de, benim moralimi düzeltmek için sahildeki dalgalar gibi çırpınıyordu.
"Üzülmüyorsun değil mi? Bak önünde uzun yıllar var. İllaki havaların güzel olduğu bir gün olur ve sen de buranın tadını daha iyi çıkartırsın."
Teselliye ihtiyacım var gibi durduğum kesindi. Çayıma iki şeker attıktan sonra bir iki yudum aldım. Bardağı avuçlarımla tutup ısınmaya çalıştım.
Havalar bir yana, aslında içimdeki üşümeye mani olamıyordum. Sanki kemiklerim titriyor dişlerim birbirine vuruyordu. Çayımı yarılayan yudumu aldıktan sonra Selim'e bakarak,
"Uykum var." dedim
Selim, yanında ki bardağı eline alıp ayağa kalktı ve bana da başıyla işaret verdi.
(Al bi hintli de buu, "yap" demeden önce başıyla işaret ediyordu.)
"Hadi kalk arabaya gidelim."
Arabaya doğru yürürken, bardağımızdaki yarım çayı da bitirip bardakları çöpe attık, arabaya isteksiz bir şekilde "üf"leyerek oturdum.
'Yurda geri dönüp uyurum' diye düşündüm... Eminim ki aynı zamanda memnuniyetsizliğim yüzümden de okunuyordu.
Selim, yurt istikametinin tersine manevra yapınca merakla, "Nereye gidiyoruz?" dedim
Selim, sinir bozucu bir rahatlıkla, "Uyumayaaa!" dedi.
'Acaba yine o eve mi gideceğiz' diye içimden geçirirken; O, arabanın önünü denize döndürerek kıyıya sıfır park etti.
Oturduğum yerden sanki denize düşecekmişiz gibi hissediyordum.
"Çok yaklaşmadık mı?" diye sordum.
Selim, kendinden emin, "Yo!" dedi.
Belli ki bunu daha önce de defalarca kez yapmıştı. Güven testine gerek yoktu.
Selim, kendi koltuğuna uygulayarak bana koltuğu yatırma yerini gösterdi,
"Bu şekilde yapacaksın."
Selim'in bu hareketinden onun da uyumak istediğini anladım ve ben de koltuğumu yatırdım.
Denizin dalga sesleri ve martıların kahkahayı andıran sesleri eşliğinde uykuya daldım...
... Köyde, çocukken salıncak kurup sallandığımız, altında oyunlar oynadığımız bir ağacın gölgesinde gözlerimi açtım.
Yaprakların birbirine vururken çıkarttığı alkışı andıran sesleri duyuyordum. Yıllar önce aldığım bu koku hâtırıma geldi. Baş ucumda bir çocuk saçlarımı okşuyordu.
İçimdeki korkuları dindiren bu çocuğu yıllardır görmemiştim. Sanki hiç gitmemiş gibi karşımda duruyordu.
"Gitme, gitmee, gitmeee!.."
Kendi sesime uyandığımda terlemiştim. Güzel rüyanın arkasından yine kabusa uyanmıştım...
~~~~~~•~~~~~~•~~~~~~•
•~~~~•Selim, uyuyamamıştı. Önce hafif hafif parmakları kıpırdayan, sonra dudakları hareket eden Nurseli'nin kabus gördüğünü anlayıp saçlarını okşamaya başladı.
"Uyandırsam mı acaba?" diye düşünürken Nurseli "Gitmee!" diye bağırarak uyandı.
~~~~~~•~~~~~~•~~~~~~•
•~~~~•Nurseli,
Kulaklarım da; Boğukla başlayıp, gittikçe netleşen, "Geçti, Geçtiii, Merak etme, Kabustu geçti!" sözüyle kendime geldim.
Selim, torpidodan pet bardaktaki suyu aldı açtı ve eliyle içirmeye çalıştı. Bir iki yudum aldıktan sonra sakinleşmeye başladım. Bir süre karşıya boş gözlerle bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştım.
İç duygularımı bana meraklı gözlerle bakan Selim'e söyleyerek, "Yıllardır görmemiştim. En son ne zaman bu kadar net gördüğümü hatırlamıyorum!" dedim
"Kimi?" derken, ne kadar merak ettiği belli oluyordu,
"Abimi, ben küçüktüm, ağacın altında saçlarımı okşadığını hatırlıyorum. Çok korkuyorum ama o, saçlarımı okşarken korkularım gidiyor. Üstünde siyah bir şey var, ne olduğunu bilmediğim. Sonra gözümü kapatıyorum, açtığımda gitmiş oluyor. İlk günler her gece görüyordum. Şimdiler de arada bir görüyorum, her gördüğümde de gitme diye yalvarıyorum!"
Uzun bir sessizliğin ardından ilk ses Selim'den geldi. "Abine ne oldu?"
Derin bir iç çektikten sonra,
"Annem öldü diyor ama bana yaşıyor gibi geliyor!.." dedim
Selim'in kaşlarını çatıp, olayı çözmeye çabalar bakışını görünce devam ettim, "Boşver uzun hikaye sonra anlatırım belki."
Bu komiser, yani Selim, ne kadar tuhaf bir insandı. Bazı şeylerde aşırı dediğim dedik, bazı şeylerde de hafize anaydı. Bu olayı çok hatırlamak ve konuşmak istemediğimi anlamış gibi, merak etse de üstelememişti.
Memnuniyetsiz ve bir o kadar başka çarem olmadığını bilen bir ifadeyle, "Yurda dönebilir miyiz?" dedim.
Selim, yine dediğim dedik hâline bürünüp, "Önce yemek yiyelim, karnını doyur. Yurdun yemeklerinin hastane yemeği gibi olduğunu duymuştum. Aç kalma sonraaa!" deyip, arabayı çalıştırdı.
Tanışalı daha bir gün bile olmamıştı ama kısa sürede tanıdığım kadarıyla yine itiraza kapalı bir ifade takınmıştı.
Sorulu bir ifade varsa, isteyip istemediğimi merak edip yine kendi bildiğini yapıyor, sorusuzsa zaten istediği oluyordu.
Her ne kadar emri vâkilerden hoşlanmasam da, belli sınırları koruduktan sonra benim için çok da bi sakıncası yoktu.
Yemek, sakin ve sessiz yendi, çok konuşulmadı. Bu duruma, benim gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamamış olmamın katkısı büyüktü. Selim'in "Tatlı yer misin?" sözüyle sessizlik bozuldu.
Bir elimle midemi, bir elimle de parmak ucumu göstererek." İki gündür tıka basa yiyorum. Tatlı alacak şu kadar yerim yok!" dedim
Selim, yine yapacağını yapmış, randevu teklifini de emri vakiyle etmişti.
"Tamam ama borcun olsun. Söz mü?"
Bakıldığında emri vâki olma durumu gibi olsa da, buu, ucu açık bir soruydu. Tekrar görüşmek isteyip istemediğimin nazikçe, ürkütmeden sorulma şekliydi.
Nabız yoklar bir ifadeyle, "Tatlı ile pek aram yok, o yüzden söz vermiyorum." dedim.
Dünkü sinirine 'sinirlenmedim' demesi gibi, üzüldüğünü belli etmemeye çalışıyordu ama üzülmüş gibi bir hâli vardı.
Bu bakışın altında da "ısrar edersem ters teper" diyen Hafize Ana vardı, eminim.
"Yine de olur da kan şekerin düşer, canın tatlı isterse söyle. Çok iyi bir şöbiyet yapan tanıdığım var. Bir yiyen bir yemeyen pişman!"
"Oluuur. Aklımda bulunsun."
Her günün bir bitimi, her güzel şeyin sonu olduğu gibi bunun da sonuna gelmiştik. Yurdun kapısına gelince, ilk defa bulunduğum ortamdan kopmak istemeyişime bir anlam veremiyordum.
Selim de hiç yardımcı olmuyordu. Adeta koltuğa çivilenmiş gibiydik. Yine, ikimiz de konuşmadan yurdun kapısına bakıyorduk.
Sessizliği bu sefer Selim'in çalan telefonu bozdu. Gözünü kapıdan ayırmadan cebinden telefonu çıkarmaya çalıştı.
(O an, bu hareketin acaba erkeklere has bir çekiciliği mi var diye düşünmeden edemedim. Kendini koltukta gerip, cebini hazırladıktan sonra üç parmağıyla telefonunu çıkartmaya çalışmıştı.)
Karşı tarafı duymadığım için konuşmalar bana anlamsız geliyordu.
"...Efendim.
...Nerede?..
...Tamam.
... Ben de yakın yerdeyim zaten, orada buluşuruz."
Bu konuşmadan acil bir olay olduğu ve Selim'in hemen gitmesi gerektiği anlaşılıyordu.
Selim bir şey söylemeden, hiç sevmediğim huyumla hızlı düşünüp ani bir hamleyle, "Görüşürüz, her şey için teşekkür ederim." deyip, yanağından öptüm ve utanmış bir şekilde koşar adımlarla yurda girdim...
~~~~~~•~~~~~~
•~~~~•Selim, şaşkınlıktan parmaklarıyla direksiyonu sıkarken, yüzündeki gülümsemeye mani olamıyordu... Olacak iş miydi şimdi... Olay yerine bu şekilde sırıtarak mı gidecekti... Kendine bağırarak "Toplaan Toplaan!" dedi.
Arabayı çalıştırıp olay yerine doğru hareket etti...
~~~~~~•~~~~~~
•~~~~•Nurseli,
Binanın kapısından girince kapıyı kapatıp arkasına yaslandım. Selim'in peşimden gelmesinden korkuyordum.
(Ne alâka, gelse ne yapacaktı sanki)
Parmaklarımla vurarak, yaptığım salaklığın cezasını dudaklarıma çektiriyor, "Şapşal şapşal!" diyerek kendime kızıyordum ama, bir yandan da heyecandan kalbim küt küt atıyor, ellerim ayaklarım titriyordu... Uzun zamandır böyle hissetmediğimi düşünüp kendimi toparlamaya çalıştım.
Merdivenlere geldiğimde, trabzanlardan destek alarak çıktım.
Odaya geldiğimde biraz toparlanmaya çalıştım ve kapıya vurdum. İçeriden bir ses "Buyurun." dedi.
İçeriye girdiğimde başka bir kızı gördüm ve bir an duraksadım. Acaba şaşkınlıktan başka bir odaya mı gelmiştim. Bir adım geri attım ve koridora tekrar bakındım.
İçeride ki kızın, "Gel gel doğru oda." demesinden bu durumu tek benim yaşamadığımı anlayıp gülümseyerek içeri girdim. Çantam yerinde değildi, odadaki kız, eliyle göstererek, "Dolabımın önündeydi. Bir şey almam gerekiyordu. Ben de şuraya koydum." dedikten sonra yerinden kalkmadan "Hoş geldin." dedi. 'Bu koğuşun ağası benim' der gibi bir ifade ile.
ilk adımı atmakta bi mahsur görmedim ve elimi uzatarak, "Hoş bulduk. Ben Nurseli." dedim
Yine yerinden kalkmadan elini uzattı, "Memnun oldum. Ben de Hilde, Filiz sana söyledi mi bilmiyorum ama bu odanın bazı kuralları var uyarsan aramızda sorun yaşanmaz, anlaştık mı?"
Belli ki işini garantiye almaya çalışıyordu. Kendisi de biliyordu, Filiz'in ilk dakikadan kuralları söylediğini.
"Uymaya çalışacağım!" dedim ama bu ifademin 'söz vermiyorum, ileride ne olacağı belli olmaz' demek olduğu açıkça anlaşılıyordu.
Eşyalarımı yerleştirirken, Filiz odaya geldi. Beni eşyaların içinde çalışırken görünce yardım teklif etti.
"Teşekkür ederim neredeyse bitirdim." deyip nazik teklifini gülümseyerek geri çevirdim.
Filiz de gözlerini kısarak tebessüm edip, "Sen bilirsin." dedi ve sandalyesini çekip masaya oturdu.
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra bana gösterilen yatağa uzandım ve odanın genel planını inceledim.
Üç yatak yan yana, yatakların başucunda iki çekmeceli komodinler vardı.
Yatakların ayak uçlarında çalışma masası, girişte sol tarafta tuvalet kapısı sağda ise dolapların oluşturduğu ufak bi koridor vardı.
Odanın en güzel yeri, tabii ki de kendisini koğuş ağası ilan eden Hilde'ye aitti. (Cam kenarı)
"Hilde! Ne değişik isim!" dedim içimden sonra merakımı gizlemeyerek "Hilde, ne demek?" diye odaya seslendim.
Muhatabım ayak ucumdaki masada kitap okuyordu. İsmini duyduğu için kafasını kaldırıp "Kurtulmak, yükselmek, ilerlemek." dedi ve aynı ağır başlılıkla tekrar kitaba gömüldü.
İsminin anlamı tüm benliğine sirayet etmişti. Filiz'e baktım, o da aynı şekilde sesinden, fiziğinden adeta bir Filizi andırıyordu. Bu zamana kadar anlaşamadığım bir kişi olmamıştı. "Eminim bu kızlarla da ileride çok iyi arkadaş olacağım." dedim içimden sırtlarına bakarak
Sonra yine ortaya, "Duş alabiliyor muyuz?" diye sorduğumda Hilde, bana dönmeye tenezzül etmeden, Filiz'e de fırsat vermeden, "Banyo orada, istediğin zaman yıkanabilirsin. O hırka ile iyi bile durdun ben boğuldum burada." dedi.
Üzerime baktığımda hırkayı vermediğimi fark ettim. Kollarımı yana doğru açtım, ilk defa görüyor gibi gözlerimi belertip hırkayı izledim...
Waiting for the first comment……
Please log in to leave a comment.