bc

Çobanaldatan

book_age18+
444
FOLLOW
1.9K
READ
sex
drama
bxg
enimies to lovers
feminism
first love
friendship
school
sassy
like
intro-logo
Blurb

Ben aşkı çok seviyordum ama bir fikir olarak. Bir Jane Austen romanı, bir şarkı sözü olarak. Aşkın gerçeklerle herhangi bir ilgisi olamazdı. Yaşadığımız dünyada, yaşadığımız devirde hiç kimse kimseyi Darcy'nin Elizabeth'i öptüğü kadar incelikli bir tutkuyla öpemez, sahip olduğum hiçbir öpücük kitaplarda okuduğum kadar özel hissettiremezdi. Bu yüzden fazla kitap okumayan insanları şanslı buluyordum zaman zaman. Gerçek hayattaki gerçek şeyler onları mutlu edebilirdi çünkü. Ama ben sahip olduğum boktan gerçekliklerin hepsini yok saymaya, kafam attığı an kitapların içinde yaşamaya eğilimli biri sayılırdım. Eğer bir gün dünya tersine döner ben çok, çok özel bir aşk bulursam da karşımdaki insan kesinlikle Edgar olmayacaktı. Gerçek aşk için bile onu kaybetmeyi göze alamazdım çünkü. Aşkların ne ara çıkmaz sokağa girdiğini anlayamazdı insan. Bir akşam üstü hiç beklemediğin yerden gelebilirdi ayrılık. Edgar'ın benden ayrılmasına dayanamazdım. Bu yüzden ayrılmasına sebep olacak zemini de oluşturmayacaktım. Bazen gözlerinde belli belirsiz gördüğüm duygu kırıntısını görmezden gelmeye devam edecek, hayatımın sonuna kadar en çok ona sahip olacaktım. En çok ona koşacaktım, benim biricik güvenli alanıma.

chap-preview
Free preview
1. Bölüm: "Aynı Sokağı Seven Ay ve Güneş"
"Moon Evi yedi esas kural üzerine kurulu bir düzene sahiptir." diyerek söze girmişti Lola, bu eve ilk kez adım attığım o sonbahar günü. "Birincisi; Kesinlikle başkasının yatak odasına giremezsin." Ama o bunu söylerken Lola'nın yatağında karşılıklı bağdaş kurmuştuk ve tam karşımızdaki üçlü koltukta oturan Khalid telefonundan başını kaldırıp Lola'ya dik dik bakmıştı. "Alt kattaki yatak odalarına girme yeter." dedi hemen sonra, Lola'nın yanlışını düzelterek. "Orada Bay ve Bayan Moon, küçük cadı Ashley ve büyük cadaloz Nancy kalıyor çünkü. Sen alt katta sadece mutfağı kullan, gerisine takılma. Bu katta rahatız zaten kimse burada devriye gezecek kadar kafayı sıyırmadı henüz." "Nancy bir ara gizli gizli geziyordu bence ama neyse." dedi Lola tedirgin bir ses tonuyla. Khalid kendini tutamayıp kıkırdadı. "İkincisi; Eve dışarıdan birini sokmak yasak ama bunu yangın merdiveniyle hallediyoruz yıllardır. Sana da yangın merdivenine açılan kapının anahtarından bir kopya yaptırırız önümüzdeki hafta." "Gerek yok zaten pek arkadaşım yok. Worcester'a geleli bir buçuk ay falan oldu, bugüne kadar kimseyle iki cümleden fazla iletişim kurmamıştım bile." dedim, bakışlarımı altımdaki eflatun nevresime dikerken. "Burncoat'ta okumuyor muydun sen? Duyduğum kadarıyla kopmalık ortamları var o lisenin." diye karşı atağa geçti Lola. Umursamadığımı hızlıca omuz silkerek belirttim. "İlgilenmiyorum. İstediğim üniversiteyi kazanana kadar sadece derslerime odaklanacağım. Zaten buraya da bunun için taşındım. Milkshake dükkanının üst katındaki dar giyinme odası ders çalışmak için doğru yer değildi." Khalid bana acıma ve eğlenme karışımı bir bakış attı. Sonra Lola'ya dönüp gülmesini tutmaya çalışır gibi çarpık bir yüz ifadesiyle konuştu. "Moon Evi'nin doğru yer olduğunu sanıyor." Aynı anda ağızlarından bir şey püskürtür gibi güldüklerinde moralim bozulmuştu. Son paramı bir önceki akşam Bay Moon'a teslim etmiş ve bu evde üç ay kalma hakkı kazanmıştım. Şubata kadar diğer ayların parasını ve yeme içme masraflarımı halletmek için haftada otuz dört saat Milkshake dükkanında çalışacaktım. Bu da ders çalışabileceğim saatleri daha iyi değerlendirmem, yorgun da olsam sabaha kadar çalışmam gerektiği anlamına geliyordu. Umarım Arthur Dede Şubata kadar ölmüş olur, diye geçirdim içimden. Sonra bu düşüncemin acımasızlığı yüzünden midemi acıtan bir suçluluk hissine kapıldım. Şimdi, aradan iki şubat ve üç yaz geçmişken Arthur Dede hala ölmemişti ve ben hala almam gereken miras payı için bekliyordum. Neyse ki artık reşittim ve ölümünden hemen sonra paranın yasal sahibi olabilecektim. En azından babamla uğraşmayacak olmak beni rahatlatıyordu. Yine aynı odada oturmuş sohbet ediyorduk. Lola'nın her daim temiz ve düzenli olan, güzel ışık alan odası bizim buluşma yerimiz haline geleli çok olmuştu. "Sonra bana üçüncü kuralı söyledi." dedim kahkahalarımın arasından. "Evin içinde sarhoş olmak ve eve sarhoş girmek yasak." Şimdi odada kafası kıyak olmayan kimse yokken bu anı daha komik bir hal almıştı. Meredith, Lucas'ın sırtına kapanarak kahkaha attı. Bu, gür kahkahasını bastırmak için geliştirdiği bir yöntemdi. "Dördüncü kural neydi ya?" diye sordu Khalid. O kadar sarhoştu ki her gün kullandığı mutfağın duvarlarını süsleyen yedi maddeyi unutmuştu. "Yüksek sesle müzik dinlemek yasak." dedi Meredith tüm ciddiyetiyle. "Yüksek sesle film izlemekte yasak. Burası Sinema Salonu değil ve kulaklık icat edildi." Lola derin bir nefes alarak gelmekte olan gülme krizini öteledi ve ayağa kalktı. "Bu maddeyi Nancy'nin yazdığına yemin edebilirim." "Migreni var çünkü." diye açıkladı hemen yanımda, dizlerini karnına çekerek oturan Edgar, sigarasından yeni bir nefes çekmeden önce. O da biz kadar çok içer ama hiç sarhoş olmazdı. Ya da sarhoş olsa dahi bunu dışarıdan gizlemenin bir yolunu bulmuş gibiydi. Başımı omzuna yaslayıp elimle dizine bir tane geçirdim. "Ablanla taşak geçiyoruz diye kızdın mı yoksa?" "Aynen çok sinirlendim Lucas'la Khalid'e kafa göz dalacağım şimdi." dedi. Sesinden eğlendiği belli oluyordu ama yüzüne bakmadığım için gülümseyip gülümsemediğinden emin olamadım. Edgar Moon, bizim katımızda yaşayan tek Moon'du ve benim en yakın arkadaşımdı. Ayrıca çok büyüleyici bir gülümsemeye sahip olduğunu ve nadiren güldüğünü bildiğimden dayanamayıp başımı kaldırdım. Dört buçuk bardak votkanın güzelce gevşettiği mimikleri, hafifçe kızaran yanakları ve güldüğü an kaybolan çekik gözleri kusursuz bir uyum yakalamıştı yine. Birinci bardaktan sonra gözüne girmesin diye saçımdan çıkardığım tokalardan biriyle yukarıya topladığım saçları bu uyumu tamamlamış, tamamen üç yaşında görünmesini sağlamıştı. "Çok güzel adamsın oğlum." dedim aptal aptal sırıtırken. "Arkadaşlığını sevmesem net yatıp kalkardım seninle." "Teşekkürler canımın içi." dedi ve hemen sonra tanıdık çapkın tavrıyla göz kırptı. Kolunu boynuma sarıp beni yeniden az önceki konumuma getirirken ikimiz de kıkır kıkır kıkırdadık. Başımı yeniden omzuna yaslayıp kucağındaki paketten bir dal çektim ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. "Beş," dedim hemen ardından. "Arka bahçe hariç hiçbir yerde koşmamalı, spor yapmamalısınız." "Bu evde Bay Moon hariç hiç kimse arka bahçede de spor yapmıyor endişelenmelerine gerek yoktu aslında." dedi Lucas. Herkes ona katıldığını belli eden sesler çıkardı. "Altı; Lavabo'da bulaşık bırakmak yasak." dedi Lola ve Edgar'a sahte bir öfkeyle baktı. "Önce kendi oğullarına söylesinler bunu." "Bence de." dedi Edgar büyük bir şevkle kafasını sallarken. "Ve ilk okuduğumda çok tuhaf gelen o son madde," diye lafa girdi Khalid. "Eve içeriğinde vanilya olan hiçbir şey sokulamaz." "Ashley'nin alerjisi var çünkü." diye açıkladım bunu herkesin bildiğini biliyor olmama rağmen. "Yani bu evde bir genç yetişkin romanı klişesi yaşamayacağımız en azından. Tanrım Vanilya kokulu oğlanlardan sana sığınırım." Lola, Meredith, Edgar ve ben aynı anda kahkahayı bastığımızda Khalid ve Lucas neyi kaçırdıklarını anlamadılar. Onlar pek romantik romanlar okuyacak tipler değildi. Buraya geldiğim ilk gün, Lola beni kapının eşiğinde görür görmez valizlerimden ağır olanı elimden almış, bir yandan tatlı hoşgeldin cümleleri kurarken odama kadar eşlik etmişti. Yarım saat sonra kendimi onun yatağında oturup sohbet ederken bulmuştum. Aylar süren yalnızlığımın sonu böyle gelmişti işte. Bu evde birlikte yaşadığım beş insan normal bir sosyal varlık kadar konuşmamı, yıllar süren yalnızlığımdan sıyrılmayı istememi sağlamıştı. Hepsinin en küçüğü olmak güzeldi. Beni her şartta koruyup kollayacaklarını bilmek güzeldi. Kendimi hiç bu kadar güvende hissetmemiştim. Hiç bu kadar fazla sevgi hissetmemiştim. Bugün yıllardır hayalini kurduğum bölümü kazanmamı kutlamak için toplanmıştık. Sonunda Yaratıcı Yazarlık birinci sınıf öğrencisiydim. Sonunda... Bana kötü hissettiren her şeyden çok uzakta, hayallerimi yaşamak için çalıştığım bütün uzun gecelere değmiş olan bir zaferin sarhoşluğunu yaşıyordum. Son iki yıl hiç kolay değildi. Bir yandan para kazanmak için çift işte çalışıp diğer yandan üniversite için ders çalışmak, kulüplere katılmak, cv'm dolu görünsün diye bulduğum her yazı yazma temalı yarışmaya katılmak kolay değildi. Paramın yetmediği yerde sınıf arkadaşlarımın ödevlerini yaparak para kazanmak kolay değildi. En çok buna öfkeleniyordum aslında. Ders çalışmam gereken zamanı benden daha iyi şartlarda yaşayan sorumsuz insanların görevlerini üstlenerek geçirmek çok koyuyordu ama bunların hepsi geçip gitmişti işte. Annem geçtiğimiz yaz hapisten çıkmış, arkadaşlarının yardımıyla eski kahvaltı salonunu yeniden devralmıştı. Şimdi yeniden New York'taydı ve çok mutluydu. Mutlu olduğunu biliyordum çünkü okul harcımı yatırabilmişti. Bana destek olmak mutlu ederdi annemi. Bir de New York sokaklarında yürümek. Artık ikisine de sahipti. "İyi misin?" Duyduğum tanıdık ses üzerine irkildim. Başımı kaldırıp Edgar'a baktığımda ifadesi saniyeler içinde gerilmiş, hızlıca uzanıp yüzümü ellerinin arasına almıştı. "Sun, neden ağlıyorsun?" "Korkma korkma bir şey yok." dedim ellerinden kurtulup oturduğum yerde doğrulurken. "Birazcık duygulandım sadece. Çok mutluyum, o yüzden." "Pazartesiden itibaren aynı okula gideceğimiz için, değil mi?" diye sordu kendinden emin tavrıyla. Bu, Edgar'ın sevgi dilinin bir parçasıydı. Ne zaman üzgün ya da duygusal bir ruh haline girsem konuyu dağıtır, eğlenceli birkaç laf eder, kafamı başka bir tarafa çekerdi. "Aynen, başka ne için olabilir ki?" diye cevap verdim oyununa büyük bir zevkle katılarak. O an birbirimize o kadar sıcak bir şekilde gülümsedik ki biraz daha ağlama isteğiyle doldum. Lise ikinci sınıftaki Sunflower'ın yalnızlığı şu an, burada oturan Sunflower'ın şaşkınlığına evrilmişti. Sevildiği bir yerde olduğu için çok şaşkındı küçük olan. Ama on dokuzuna basmak üzere olan daha özgüvenli versiyonu sadece saçını okşamış, havalı bir tavırla hallettik şaşırma artık demişti ona. Aslında mutlu bir aileye doğmuştum ben. Annem tanıyabileceğim en şefkat dolu, en fedakar kadın, babamsa hayranlık duyduğum ilk insandı o zamanlar. Büyükbabam Arthur ve Büyükannem Emily ile birlikte New York'un Güneyinde, tatlı bir mahalle'de yaşıyorduk. İki katlı, kutu gibi, sıcacık bir evimiz vardı. Annem kayınpederi ve kayınvalidesine öz anne babasıymış gibi ilgi gösterir, kendilerini bir yükmüş gibi hissetmemeleri için yorgun ya da uykusuz olsa bile surat asmazdı. Çocuk dolu mahallenin her ferdi gibi ben de sabahtan akşama kadar paten sürüyor, birkaç iyi arkadaşla evcilik oynuyordum. Kocaman bir Barbie evim vardı. Arkadaşlarım hep bizim eve gelmek, oyuncaklarımla oynamak isterlerdi. Her şey on yaşıma bastığım o soğuk kış mevsiminde ters yüz oldu. Babamın ortak olduğu kozmetik şirketi battı. Ve her gün daha da çok hayranlık duyduğum adam başka bir insana dönüştü. Ekonomik olarak rahat bir hayat sürerken hiçbir sorunumuz yoktu çünkü annem sınırsız sevgiye ve ilgiye babamsa sınırsız çalışkanlık ve dürüstlüğe sahipti. Paramız bitmeye başladığında babam artık yalanlar söylüyordu, öyle tükenmişti ki çalışmayı bırakın adım atacak hali kalmamıştı. Annemin sınırsız sevgisi ise eşzamanlı olarak sınırlanmıştı. Yirmi dört saat çalıştığı için de bana ya da herhangi bir insana ilgi gösterecek vakti yahut hali kalmamıştı. Babam kısa sürede öyle bir borca battı ki gözünü annemin küçük kahvaltı salonuna dikti. Eğer dükkanı satarsak az da olsa rahatlarız deyip duruyordu. Annemse dükkanı satarsak aç kalırız diyerek cevap veriyordu her seferinde. Kışın sonunda Emily kalp krizi geçirip her zaman oturduğu o güzel, acı yeşil berjerin üzerinde öldü. Babam kendimize zor bakıyoruz falan gibi birkaç boktan şey zırvalayıp Arthur Dede'yi de Düşkünler Evi'ne gönderdi. Bu olaydan bir sene sonra sadece filmlerde yaşanabilecek bir şey yaşandı ve Arthur Dede öylesine oynadığı şans oyunundan milyon dolarlar kazandı. Tek mirasçısı olarakta onu her hafta sonu ziyarete giden beni seçti. Babama zırnık para koklatmadı. Eh... Ardarda yaşanan bunca talihsiz ve absürd olaya karşılık derin bir depresyonun içine düştü babam. Odasından çıkmadı aylarca. Annem borçlarımız için o kadar çok çalıştı ki yüzünü zor görüyordum. Evde kimse yoktu ben büyürken. Senelerce yalnız bir evin için kendime iki dilim ekmek kızartarak büyüdüm. On beş yaşımın ortasında, artık daha kötü bir şey yaşayamayız diye düşündüğüm sırada tam olarak bin misli kötüsünü yaşarken buldum kendimi. Babamın bizden sakladığı başka başka borçları çıkmaya başladı. Buna karşılık sonunda odasından dışarı çıkan ölü adam annemle yeniden kavga etmeye başladı. Yeniden kanlandı, canlandı bu sayede. Anneme karşı savaşmak onu canlı tutuyordu. Aslında yaptığı şey suç bastırmaktan fazlası değildi. Bir gün annem dükkanı en yakın arkadaşına sattı, diğer bir gün evi ipotekleyerek yüklü miktarda kredi çekti. Belediye binasında tuvalet yıkamaya başladı sonra kredi borcunu ödemek için. Ama babam hala kılını kıpırdatmıyordu. Onuru öyle çok zedelenmişti ki başka bir işte çalışmayı aklının ucundan dahi geçiremiyordu. Ama annemin onurunu hiç düşünmedi... On altıma birkaç ay kala, yine bir Kasım ayında olanlar oldu. Annem babamın pervasızlığına karşılık cinnet geçirdi. Anlık bir öfkeyle saldırdı yirmi iki senelik kocasına. Hemen sonra da kasten adam yaralamadan hapse girdi. Babam üç ay boyunca hastanede kaldı. Yüzünü görmek istemiyordum. Benden başka kimsesi olmadığını biliyordum ama yine de ona bakmadım. O kendi babasına bakmış mıydı ki? Onca yıl kendine ait olmayan borçları ödemek için saçlarını ağartan annemi hiç düşünmüş müydü? Annemin hayatını karartmıştı her anlamda. Birinci dönem bittiğinde Arthur Dede'nin evine gidip İngiltere'ye taşınmak, istediğim okul için şimdiden çalışmaya başlamak istediğimi açıkladım. Bana yanındaki bütün parayı verdi. Geri kalan servetini babamdan korumak için özel, vadeli bir hesapta saklıyordu. Yanağımı okşayıp tatlı tatlı güldükten sonra üç yıl içinde öleceğine söz verdi. Sözünü tutmadı ama olsun, onunla ara sıra telefonla konuşmak bana iyi geliyor. Aslında paradan çok daha önemli bir şey bu. Özellikle annem içerideyken tamamen kimsesiz hissetmememi sağlayan güvenli bir şeydi. Cebimdeki iki bin yedi yüz on iki doların yarısından çoğunu uçak biletine verdikten sonra üç gün içinde kendimi Londra havaalanında bulmuştum ve artık nefes alabiliyordum. Arthur Dede artık zengin bir adam olduğu için birkaç tanıdık araya koyup beni dönem ortasında Burncoat'a kaydettirmeyi başarmıştı. Kalacak yerim ve çok param olmadığı için kendime hızlı bir çözüm bulup şehrin merkezindeki bir Milkshake dükkanında çalışmaya başlamış, tatlı patronum Julia'dan geceleri dükkanda kalabilmek için gereken izni koparmıştım. Birkaç ay para biriktirdikten sonra da Moon Evi'ne yerleşmiştim işte. Yeni Host ailem sayesinde harika insanlar tanımıştım. İngiltere'ye adım attığım günden beri şansım yaver gitmiş, hiç tanımadığım bu ülkede ayakta kalmayı başarmıştım bir şekilde. Ve artık her şey daha kolaydı. Belki bu yaz sonunda Amerika'ya dönüp annemi ve Arthur Dede'yi görebilirdim bile. Ama bunları düşünürken korkuyordum biraz. Her şeyin bu kadar yolunda gitmesi evreni rahatsız edebilirdi. Çünkü işler ne zaman yoluna girse evren denen küçük ve yaramaz çocuk bunu bozmanın kendine has, eğlenceli bir yolunu bulurdu mutlaka. "Uykum geldi." dedi Lola. Bu, odamı boşaltın demenin kestirme bir yoluydu. Herkes aynı anda ayaklandığında ve yuh saat kaç olmuş nidaları yükselmeye başladığında Edgar ve ben istifimizi bozmadık. Sırayla Meredith, Khalid ve Lucas'ın iyi geceler dileklerine karşılık verip odanın boşalmasını bekledik. "Bu gece Anna gelecek mi?" diye sordum gözlerim kapanırken. "Hayır, toplantı var. Ben ektim ama o katılacaktı." diye cevap verdi Edgar. Çok değer verdiği Kardeşlik Evi'nin toplantısını benim için ekmek gibi hareketler yapması şımarmama neden oluyordu ama bunu ona asla çaktırmıyordum. "Küçük Çetenin kendilerini toplantılar yapacak kadar önemsediğine inanamıyorum." diye homurdandı Lola. "Raven çocukları fazla oldular şu ara. Kevın onlara okulun liderinin kim olduğunu göstermek istiyor." diye açıkladı Edgar. "Kevın benim kıçımı yesin." dedi Lola ve bacaklarını üstümüze doğru uzatıp yastığına yerleşti. "Gitsenize artık." Lola, Edgar'ın Nighthawk ile takılmasından hiç haz etmiyordu. Okulun iki büyük Kardeşlik Evi'nin arasındaki rekabeti it dalaşına benzetiyor, çete oldular başımıza diye söylenip duruyordu. Aslında bu huysuzlanmaların temel sebebi Edgar'ın zarar görmesinden korkuyor olmasıydı. Ben de çok korkuyordum... Her şey bundan elli küsür yıl önce üniversitenin basketbol takımına fazla katılım olmasına karşılık iki farklı takım kurmasıyla başlamıştı; Raven ve Nighthawk. Olay kısa bir süre sonra basketboldan çıkmış, okulun ikiye bölünmesine neden olmuştu. Bu düzen her dönem sekmeden devam etmiş, birinci sınıf öğrencileri okula adımlarını atar atmaz kendilerine bir taraf seçmiş ve popüler olanlar mezun olanların arkasından kendi evlerine liderlik etmişlerdi. Şimdilerde İngiliz Dili ve Edebiyatı üçüncü sınıf öğrencisi Edgar Kardeşlik'in Lideri son sınıf öğrencisi Kevın'ın sağ koluydu. Seneye Lider olacağı da şimdiden kesinleşmişti. Tüm bu çete işlerini öğrendiğimde çok şaşırdığımı hatırlıyorum çünkü evdeki haliyle tanıdığım Edgar gayet nahif, sessiz, çok okuyan, çok çalışan, ileride benim gibi kitaplarla ilgili bir mesleğe sahip olmak isteyen hoş bir çocuktu. Okula giderken üzerine geçirdiği siyah deri ceketinin, siyah boğazlı kazaklarının, tuhaf isimli müzik gruplarının resimlerinin basılı olduğu tişörtlerinin ve yine dümdüz siyah pantolonlarının aksine evde rahat şortlarla, Stitch baskılı tişörtlerle falan gezerdi o. Birlikte kurduğumuz küçük online kitap kulübüyle birlikte kitaplar okur, saatlerce Akıl ve Tutku'yu, Sineklerin Tanrısı'nı, Bayan Dalloway'i konuşurduk. Bazen sevdiği alıntıları bir kağıt parçasına yazıp odamın kapısının altından yollardı bana. Ben bazen onun kolunu kağıt olarak kullanıp siyah jel kalemimle ünlü yazarların imzalarını taklit ederdim. Şimdi çok başka bir ortamda, tanıdığım insandan farklı biriyle yeniden tanışacaktım sanki. Bu, haftalardır her gece uykumu bölen bir düşünceye dönüşmüştü ve açıkça itiraf edemiyor olsam da korkutuyordu beni. Yaşanabilecek şeylerin olasılıklarını düşünmek kalbimi kırıyordu. Edgar'ın zarar gördüğüne şahit olduğum bir ortamda nasıl derslerime odaklanacaktım? Geçen yıl birkaç kez haşatı çıkartılmış şekilde eve döndüğünde kafayı yemiştim. Yaralarını temizlerken bildiğim bütün küfürleri saymış, o zamanki liderin numarasını vermesi için Edgar'ı tehdit etmiştim ama elbette vermemişti. Hatta günlerce benimle dalga geçmişti. Sürekli numarayı alıp ne yapacaktın diye sorup duruyordu. Aslında o an bunu ben de düşünmemiştim ama bulurdum işte bir şey. Keza ertesi gün biraz düşününce Edgar'ı Nighthawk'tan atması için ayda yüz dolar teklif etmek gibi basit bir çözüm bulmuştum hemen. Yeter ki bir daha kaşı gözü patlamış bir şekilde gelmesin eve. Yüzü gözü yara içindeyken ve her yanı morarmışken bile yüzünü ifadesiz tutmasına şahit olmayayım bir daha. Ne halde olursa olsun ağlayıp sızlanmazdı Edgar. Burnu düşse eğilip almazdı yerden. Bu daha da çok canımı sıkıyor, bazen suratına bir tane patlatıp ağla lan diye bağırasım geliyordu. "Hadi gidelim." Duyduğum direktif üzerine ayaklandım, uzanıp Lola'nın yanağına bir öpücük bıraktım ve kutlama için elleriyle yaptığı pastaya bir kez daha teşekkürlerimi sundum. Edgar ile birlikte hole çıktığımızda ve parmaklarımızın ucunda yürüyüp yan yana olan odalarımızın kapılarına ulaştığımızda birbirimize el salladık. Edgar dudaklarını kımıldatarak sessiz bir iyi geceler yolladı. Ben de ona öpücük attım. Ertesi gün odamdan pek çıkmadım. Edgar Kardeşlik'ten birkaç çocukla çalıştığı hafta sonu işine gitmişti. Şehrin çıkışındaki bir araba galerisinin duvarlarını boyayacaklarına dair mesaj atmıştı sabah. Geçen yaz babasından duvar boyamanın inceliklerini öğrendiğinden beri bir internet şirketiyle çalışıyor, hafta sonları şirketin onu yönlendirdiği yerlere gidiyordu. Babasından öğrendiği şekilde arkadaşlarına da öğretmişti boyama işini. Zaten Kocaman Eric ve Altın Dişli Ronald bu iş için biçilmiş kaftandılar. Kardeşlik için abuk subuk işlere koşacaklarına okul harçlıklarını kazandıkları gerçek bir işte çalışmaya başlamaları benim de içimi rahatlatmıştı. Gece yarısına doğru kapının altından içeri atılan kağıt ile ayaklandım. İkiye katlanmış saman rengi defter yaprağını açıp tatlı bir heyecanla okumaya başladım. "Her parçası keyif vaat eden bir plan asla başarılı olamaz; büyük bir hayal kırıklığını önlemenin tek yolu ufak bir sıkıntıyı savunmaktır." Bu, Gurur ve Önyargı'dan bir alıntıydı ve neden şu an gönderildiğini çok iyi biliyordum. Edgar benim içten içe yaşadığım stresi biliyor, bu stresi takdir ediyordu. Savunduğum sıkıntıya güzel bir bakış açısı sunuyor, bana o savunduğun sıkıntı sayesinde başaracağız diyordu. Bütün hayal kırıklıklarını önleyeceğiz. Kapıyı hızlı bir refleksle açtığımda karşımda dikilmiş, yorgun yüzü ve gamsız sırıtışıyla bana tatlı tatlı bakan çocuğu gördüm. İşaret ve orta parmağımın arasında sıkıştırdığım kağıdı havaya kaldırıp derin bir iç çektim. "Sana anlatmadıklarımı nereden biliyorsun?" diye sordum sanki bunu daha önce defalarca kez sormamışım gibi. O da defalarca kez aynı cevabı vermemiş gibi bir keyifle verdi cevabımı; "Ay ve Güneş aynı gökyüzünde yaşıyor çünkü. Bakmayı sevdikleri yıldız, ışıtmayı sevdikleri sokak bile aynı." "Dingil." dedim aptal aptal sırıtırken. "Beni böyle güzel laflarla uyutamazsın artık. Sakin bir okul dönemi geçireceğine söz vermelisin." "Sun..." "Kavgaya karıştığını görürsem Lola gibi söylenmekle, sitem etmekle falan yetinmem ben. Gider Bay Moon'a şikayet eder kitlerim üç hafta sonunu." "Yıllardır yavaş yavaş uğraşarak elde ettiğim bir konumum var ve o konum ne gerektirirse onu yapacağım. Ama sana hiçbir şekilde zarar gelmeyecek söz veriyorum. Nighthawk benim için çok önemli ama ondan daha önemli bir şey varsa o da sensin." "Aptal falan mısın sen Edgar? Ben beni koruyacağını biliyorum zaten. Ama istediğim şey bu değil ki... İstediğim şey kendini koruman." Edgar derin bir iç çekti ve gülümsedi. "Şu an sana mantıklı gelmese de bazı görevlerim var. Kendimi korumak için elimden geleni yaparım tabii ki, yapıyorum da ama koruyamadığım noktada da zarar görmeme değdiğine emin olacağım, söz." Bir dakikaya yakın dik dik baktım gözlerine. Ardından zorla konuşur gibi bir isteksizlikle girdim lafa. "Yorgunluktan bayılacaksın şimdi siktir git uyu artık. Bunları sonra konuşuruz. Ya da konuşmayız belki, ortak payda da buluşamayacağız gibi duruyor çünkü." "İkimiz de inatçı keçileriz değil mi?" diye sordu beni yumuşatma girişiminde bulunan bir gülümsemeyle. "Aynı değiliz. Sen karşındaki keçiyi ikna edip köprüyü geçmeden inmezsin oradan. Ama ben zarar gördüğümü fark ettiğim anda vazgeçerim. İyi geceler Edgar." Kapıyı kapatırken silik bir iyi geceler cevabı aldım. Gecenin karanlığı saniyeler içinde yok etti zaten doğuştan silik olan heceleri.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

GECE GÜNEŞİ

read
2.1K
bc

O KIZA ŞİMDİ BAK

read
4.0K
bc

Zor Ajanlar

read
1K
bc

PRENSİN KORUMASI

read
8.6K
bc

KIRIK ANILAR MAHZENİ

read
1.7K
bc

KARANLIĞIN GÖLGESİ

read
2.5K
bc

GİZ

read
6.7K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook